Bu sabah elbise dolabında aranırken çıktı karşıma. Kim mi ? Versage marka eşarbım. Hayır, hayır yanlış anlamayın eşarp kullanmıyorum. Hele marka düşkünü hiç değilim. Üstelik hangi kız arkadaşıma teklif ettiysem, şöyle küçümserce bir dudak büzüp, atıverdi onu. Eşarp tak demiyorum be kuzum, hani fular gibi bağlarsın türünden ikna çabalarımı da yutmadı hiçbiri. Kurtulamadım vesselam, şu mendebur eşarptan. Ünlü modacı Versage öldüğü gün İstanbul’daydım. Bütün büyük gazetelerin baş sayfaları, TV kanallarının ana haber proğramları onun ölümünü duyuruyordu. Sabah medyası yine aynı hikaye. Türkiye için pek de bir anlam ifade etmeyen bu modacının ölümüne medyada bu kadar yer verilmesini, medyanın durumunu vb. şeyleri düşünerek attım kendimi İstiklal Caddesine. Bir seyyar satıcının ‘’ VERSAAAAAAJ – VERSAAAAJ ‘’ diye bağırmasıyla irkildim. Kara ve gür bıyıklı bir Anadolu levendi ‘’ Koooooş Vatandaş Koş, rahmetli ölmeden gönderdi bunları ! ‘’ diye bağırarak eşarp ve kravat satıyordu.
Satıcı dahil oradaki herkes satılan malların Versage olmadığını biliyordu elbette. Hani orada çıkıp, kardeş bunlar gerçekten Versage’mı diyecek olsanız aptal durumuna düşerdiniz. Herşey öylesine gerçeküstüydü ki, gerçek Versage olmadığını bile bile sahte kravat ve eşarp alan çoğunluk ‘’ normal ve akıllı ‘’, yahu arkadaşlar etmeyin eylemeyin bunlar sahte diyen siz, deliydiniz. İşte bütün bunları düşünürken, bir de baktım elimde bir eşarp. Satıcıysa gözlerinin içi gülerek bakıyor suratıma. Para istediği belli. Eh vereyim bari deyip, verdim parasını. Bütün bu sürrealizm, elimde bir eşarp olarak gerçeğe dönüşmüştü. Şaşkın şaşkın, bir dolmuşa bindiğimi hatırlıyorum sonra. Şöförün yanına oturmuşum, elimde eşarp. Bir süre sonra akmaya başladı İstanbul önümüzden. Tam bir bitirimdi şöförümüz, o kadar çok işi aynı anda yapıyordu ki hayran olurdunuz. Ben ona hayran olmakla meşgulken, yaptığı işlerin arasına bir de kaza sıkıştırmayı başardı.
Topluca indik dolmuştan. Başka bir dolmuşa çarpmıştık. Onlar da indiler. Karşılıklı bir ağız dalaşı başladı. Polis geldi. İki şöför aynı anda ne olduğunu anlatmaya başladılar memura. Tam bir keşmekeş yaşanıyordu. O arada bizim şöförün gözü takıldı bana. Bakın, o eşarplı bey gördü herşeyi dedi şöför. Eşarplı Bey ? Zaman durdu sanki birden. Eşarplı Bey lafı, asılı kaldı öylece havada. Herkes eşarp takan bu beyi aramaya başladı gözleriyle. Şöför beni parmağıyla göstererek, şahitliğe davet ediyordu. Polis ise otoriter ve küçümser bakışlarla süzüyordu beni. İçimden, bakın bir yanlış anlama söz konusu, ben eşarp filan takmıyorum demek geldi. Diyemedim.Beni böylesine zor durumda bırakan, şöföre kırgındım doğrusu. Polisin ani sorusuyla irkildim. Cevabımın şöföre olan kırgınlığımla bir ilgisi yoktu, inanın. Açıkça şöförümüzü suçluyordum ifademde. Haksız olanın bizim şöför olduğunu söyledim. Bizim dolmuştaki yolcular topluca üzerime yürüdüler. Bir takım tutar gibi tutuyorlardı, bizi ölüme süren dolmuşun şöförünü. Eşarplı Bey ise, kendilerini arkadan hançerleyen bir vatan hainiydi artık. Polis bile ayıplayarak bakıyordu bana. Utanmıyormusun kendi şöförüne ihanet etmeye der gibi. Salvador Dali’yi bile işsiz bırakacak, gerçeküstü bir gerçekliği vardı ülkemin. Övünse miydim, dövünse mi ? Evet, evet. Deli olan bendim. Ben. Eşarplı Bey. Bütün diğerleri akıllıydı.
AYHAN ÜNLÜ
Keine Kommentare:
Kommentar veröffentlichen